Emre Bozkuş yazdı:
38 ay, 26 gün, 12 saat, 25 dakika, 33 saniye, 34 saniye, 35 saniye…
Saniyelere kadar saymasına rağmen, bütün gün duvardaki izleri takip ediyordu. Artık evi yoktu, yuvasından ayrılmış bir kuştu. Anıların acılara kapı aralamasına dayanamamış, bir gece her şeyi bırakıp buralara gelmişti. Harabe bir evin içinde, fare sesleriyle hasbihal ederek kendini çürümekle ıslah ediyordu.
Ona göre, çürümek insanın kaderiydi. Her gün yüzleştiği ve durmadan yüzsüzleştiği mutlak yazgısında, tüm ihtiraslı gösterişin yerini çarpık tümceler alıyordu. Söylenen sözler, hissedilen duygular hatta olay ve olguların yorumlanışı dahi ilgisiz yönlere dağılıyordu. Bir de kapanmayan yaralar vardı. Derinlik algısı olanlar için çürümenin bu safhası, içten içe ve sinsice ilerlerdi. Kendini tanıyan, bilen insanın başkalarına yabancılaşması da olağandı. Uyku neydi? Doğru düzgün hatırlamıyordu. Şayet bayılmak uyumaktan sayılıyorsa, arada uyuyordu. Aklında dönüp duran fikirler uykuyla barışık değildi. Uyumak yeterince düşünmeyenlerin işidir, diyordu. Benim işim düşünmek ve tarihin akışına karışmak.
Raskolnikov’a mı öykünüyor ne?
Gerçi kendine has bir yorumu da vardı. Ona göre dünyayı değiştiren büyük insanların ne kehanete ihtiyaçları vardı, ne de geleceği görmüşlerdi; bilakis, tarih nehrinin akışını takip etmiş ve bu yönde isabetli kararlar vermişlerdi. Yani başarılarının sebebi kâhin ya da müneccim işi değildi. Geçmişi tanıyarak ve doğru idrak ederek bugünden geleceği şekillendirmekti. Matematiksel bir düşün yapısına göre olasılıkları kontrol etmekti: Geleceğe transit sefer!
Kendisine bile itiraf edemese de onu uykularından ve bu hayattan uzaklaştıran, yaşayan bir ölüye çeviren gördüğü kâbuslardı. Uykunun kollarına yürüdüğü her an, zamanın fay kırıkları arasında görünmez oluyordu. Hezeyanlarla örülü bir sandalda, sanrılar deryasında kürek çekip ufka doğru umutsuzca yol alıyordu. Kanlar içinde çürüyen bedenler, yaşamdan münezzeh ruhların gözetiminde ona eşlik ediyorlardı. Her seferinde içinde bir şeylerin eksildiğini hissediyor, kararan göğün altında çaresizce yok oluşu bekliyordu. Nihayetinde kıyıyı gördüğü vakit ise, dalgaların arasında salınan o tanıdık yüz birden karşısında beliriyordu. Ölümün ifadesiz sureti…

Uyandı. Gördüğü yine aynı rezil dünyaydı. Göz kapaklarındaki asırlık yükü omuzlamasına acıyarak ayağa kalktı, banyoyu yılgın adımlarla buldu. Üzerindeki matem havasına aynada uzun uzun bakındı, parçalanmış yüzünün her yanı anılara açılan birer kapıydı…
Ağır ağır çürüdüğümü ve bedenimin parçalandığını hissediyorum. Belirsizliğin içinde savrulup duruyorum. İnsan ne için yaşar, neden tüketir nefesini? Bu biçimsiz suretin ve anlamsız devinimin içinde kurtuluşa ereceğini nasıl düşünür? Ama artık anlıyorum; yaşamak, bu karanlık yolda her şeye rağmen Sisifos’a öykünmekmiş. İnfilak etmiş bir zihnin parçalarını sabırla toplamak…
Sustu, söylenecek şeylerin biriktiğini hissetmesine rağmen tek kelime daha etmedi. Söylese bile neye yarayacak ki zaten? İnsan anlamak isterse, bunu en zor şartlarda bile başarır, değil mi? Anlamak zaten kolay iş, zor olan anladığın şeylerin dönüp sana hesap sorması. Cevabını veremeyeceğin soruların, vebalini üstlenemeyeceğin günahların muhatabı olmaktan beteri var mı?
Geçmişin gölgeleri bedene bürünüyor, aralarında soluk bir siluetten farksız kalıyorum. Korkularım zuhur ediyor, sesler büyüyor ve çığlıklar sel olup önüne katarak sürüklüyor; suyun yaşam alan yüzü kendini gösteriyor, bakışlarında giyotin acımasızlığıyla bedel ödetmeye yemin ediyor. Aklımın bakir noktalarında, siyanürle fikir araması yapılıyor. Ve neticede verdiğim kararlar, yaşayacağım olayları belirliyor. Yaşadıklarım devamlı benimle; yalnızlığıma ara vermiş gibiyim. Kaçınılmaz bir tekerrüre kapılmış gidiyorum; bu oyun kaç perdelikti?
Ayağa kalktı, ceketini sırtına geçirdi. Eşyalarını kontrol etmesinin ardından tahta kapıyı aralayıp evden ayrıldı. Dışarı çıkmanın hissettiklerinin tazyikini hafifleteceğini umuyordu. Ne yazık ki umduğunu bulamadı. Güneş batmakta, hava ise hummalı bir hasta gibi oturma organından solumaktaydı.
İyi ki ceketimi almışım!
Uygun adımlarla hareket eden yüzlerce insanın tekdüze, bunaltıcı görüntüsü ve devasa hologramların kör edici yansımaları yüzünden her seferinde bayılacak hale geliyordu. “Her icat ihtiyaçtan doğar,” demişti ilkokuldaki Fen Bilgisi öğretmeni. Oysa şimdi baksan, ihtiyaçlar ve arayışların yerini neler aldı! Henüz birkaç sene öncesine kadar eşyanın tabiatına mahkûmken, aidiyet ve varlık üzerine nutuk atması ne ironik!
Alelade bir akışın seyrine teslim olmuş, kendini aradığını sanıyor; önünde uzanan şu devasa çöplükte, aranmaya değer bir şey var mı diye etrafını yokluyordu.
Nehir misali durmadan akan caddede binlerce farklı hikâye yazılmayı bekliyorken, aralarında en değersiz olanın özneleştirilmesi ihanetine iştirak etmiş olmam azap verici… Kim yazıyor bu hikâyeyi, kim verdi ona kalemi? Doğru öyküyü yazmak için doğru kareyi yakalamak ve onu kendi toprağında yeşertmek gerekir.
Mamafih, ne yapsam boş! Kendi hikâyemde figüran olan ben, yoktan anlatılar var ederek avunurum. Aciz insanın tüm varlığının dayanağı da oynadığı bu tanrıcılık oyunudur. Renkli, cıvıl cıvıl sokaklar arşınladı; onlarca insanın gölgesine karışıp kayboldu. Yürüdü, yine yürüyecek. Ağaçlar arasında oturdu, yeniden seyredecek.
Gözlerim birer lanetli çukur, göz yuvalarım hayatları yutuyor ve hapsediyor. Bundan feragat etmem lazım. Herkesin beyninde birer çip, anında bambaşka alemlere geçiyorlar; oturduğum yerden Golem’in doğuşunu seyretmem lazım. Onların varlığının müspet tesiri, dünyaya saldığım toksinleri zamanla arındıracaktır. Bana baktıkça hülyalı düşlerine bir kez daha dalacaklar ve sancılarını dalga dalga içlerindeki boşluğa atacaklardır. Benim acılarıma ram olmam gerek!
Yanından hızla geçen sarışın bir kadın, “İnsanı yalnızlığı tanımlar,” dedi. Onun yalnızlığı seçilmiş ve değerini bulana açılacak bir kapı; bense değersizliğimi teşhirden fazlasına muktedir değilim.
Her zaman geldiği banka oturdu ve çevresine göz gezdirmeye başladı. Herkesin mutlaka anlatacağı bir şeyler bir şeyler vardı, yeter ki görmesini bil. Şu köşede oturan ihtiyar gazi mesela. Savaşta kopan bacağını özlüyor mudur acaba? Yüzünde durgun bir ifade var ama mahzun değil sanki. Daha ziyade bir şeyleri düşünüyor da bulamıyor gibi. Hangimiz bulabiliyoruz ki? Sahi, arayıştan ötesi mümkün mü? Zihinlerde kurgulanan yüce planlar adına nice yaşamlar kurban edilirken hele. Birbirini yemekten obezleşenler, oburluğu yaşamak sanıyorlar. Hâlbuki Büyük Savaş’ı televizyondan izleyenlerden biri de bendim; atılan her bombayı mağrur bir sevinçle kutlar, üzerinde pek durmadan gündelik işlere kapılır giderdim. Asırlardır içimde taşıdığım ata yadigârı kaybetmişlik hissini, başkalarının hayatları üzerinde oynanan kumarla örtüp kurtulabileceğimi sanırdım. Yanılmışım.
Çaresizliğin üstünü kapatmak için oynadığım oyunun bedeliyle yüzleşmem uzun sürmedi. Savaş bitti, düşman yenildi, sonunda zafer bizimdi! Peki, bedelini kim ödedi? O babayiğit gençler, beli bükülmüş ve gözlerindeki ışıktan yoksun halde dönmüşlerdi. Kardeşimiz, komşumuz, arkadaşımız… Oralarda yabancıya dönüşmüşlerdi. Acının adı yoktu ama resmi zihnime işlenmişti artık. Bu da bir suç değil miydi, o halde suçlu kimdi? “Savaşın hasarları ne izler bırakıyor?” diye ilk o zaman sordum. Büyük sözler söyledim ve söylediğim sözlerin enkazında mahsur kaldım. Sözlerim, davranışlarımı ve hatta benliğimi esir aldı; hâlbuki esarete meyilli neslim zilyon yıldır farkında acıların. Her etki, mutlaka tepkiyi doğurur; suya taş atarsan bulanır, dibinde ne varsa yitip kaybolur. Yanılgılarım bundan ibaret değildi. Besbelli insan yanılmadan öğrenemiyor. Bu öykünün dönüm noktası da asıl yanılgımın eseriydi. Anlatayım bari vaktimiz çok, bekleyenimiz de yok nasıl olsa.
Yıllar evvel nanoteknoloji üzerine çalıştığım yıllarda insanın büyük hayalini, ölümsüzlüğün formülünü arıyordum. Üzerinde çalıştığım deneğin beynine -ki özellikle hipotalamus bölgesine- yerleştirilecek biyonik salgı bezler aracılığıyla da bunu başarabileceğimi sanıyordum. Bezlerden vücutta antikorlara benzer şekilde savunma rolü üstlenecek nanobotlar salgılanacaktı. Bu nanobotlar, deneğin bedenini hem düzenli olarak kontrol edecek hem de yaralanma gibi durumlarda gerekli onarımı sağlayacaktı. Ayrıca, alıcıları sayesinde uzaktan erişime ve yönetilebilmeye imkân verecek; böylece insanoğlu, bedeninin üzerinde tam anlamıyla hâkimiyet kurmayı başarabilecekti.
“Hâkimiyet,” ne ayartıcı kelime! Ancak hırsının sonuçlarıyla yüzleşenler anlar tesirini… Ekibimle koordineli olarak yürüttüğüm ilk denemeler başarılıydı. Deneklerde doku ve sinir hücrelerinin durumu her geçen gün daha da iyiye gidiyordu. Umutluyduk, en iyisini umuyorduk. Ancak yapılacak halka açık sunum, zamanın sıfır noktası oldu. Onlarca insan devasa salonda toplanmıştı. İki kızım ve eşim de onlardan biriydi. Seyirciler arasında oturuyor, gururla gözlerimin içine bakıyorlardı. Güzel bir gündü, hakkını vermeliydim. Ortam son derece gergindi. Birçok devlet büyüğü hazır bulunuyor, konuyu anlamadıkları halde mevkileri gereği bunu belli etmeden dinlemeye devam ediyorlardı. Evvela bakan ve vali artarda konuşma yaparak bizleri taltif etti. Törenin ardından meraklı kalabalığa çalışmaların içeriği ve işleyişinden kısaca bahsettim. Sözlerim seyircileri teğet geçip uzay boşluğuna doğru savrulurken de yerlerimizi alıp işlemleri başlattık.
İlk başlarda her şey normal görünüyor, veriler sıhhatli biçimde akmaya devam ediyordu. Fakat işler beklediğimiz gibi gitmedi. Hesaplayamadığımız bir aksilik üzerine nanobotlar gereğinden fazla etkileşime girmeye başladılar. Panikle ekrana göz gezdirdim. Komut verilerini ayıklarken yapılan küçücük bir hataydı yalnızca. Vaktim sınırlıydı, hata şansım yoktu. İşte uykularımı kaçıran noktaya geldik. Acaba düzeltme şansım olsaydı, ne değişirdi? Bu soru aklımdan hiç çıkmıyor. Ailem ve onlarca insanın hayatını ellerinden alan bendim; ben ölüm oldum! Günahımın yükü ağır. Bunlar yaşanmasaydı, çalışmalarım gerçekten faydalı olur muydu? Tahmin dahi edemiyorum. Hayallerim binlerce hayata dokunup onlara umut verir miydi? Bilmek bile istemiyorum. Belki de ölmesi gereken bendim ama kader bana daha büyük bir cezayı uygun gördü. Yaşayıp, yaşattıklarımın bedelini ödemek… Sorular acıları azaltmıyor ama insan yine de düşünmeden edemiyor. Ya olmasaydı?
Anlayacağınız üzere, düzeltemedim hatta işlemi devreye sokma imkânı dahi bulamadım. Müdahale etmek için bize kalan birkaç saniyede artan dengesizlik nihayetinde devasa bir patlamaya yol açtı. Işığın görkemiyle gözlerim kamaştı ve karanlık bir anda her şeyi sildi. Kendime geldiğimde yakınlardaki bir hastanenin acilindeydim. Karşımda açık duran televizyonda yıkımın ne denli büyük olduğunu görünce dehşete kapıldım. Onlarca insan kanlar içinde yerde yatıyordu. Her şeyimi orada kaybetmiştim. Ailemi, arkadaşlarımı ve hayatın anlamını… Umudum, matemime kapı aralamıştı. Eşiği gönülsüzce aşıp eski hayatımı ardımda bıraktım… Aylar sonra eve döndüğümde, burada daha fazla kalamayacağımı anladım. Eşyalarımı toplarken günlüğüm geçti elime. Son sayfasını açıp okudum.

Günlük – 17/01/2038 (Halka Açık Sunumdan Önceki Gece)
“Beni kıvrandıran fikirlerden habersiz olanlar, bunca çabanın abesle iştigal olduğunu dillendiriyorlar. Ölümü kabul etmeliymişim onlara göre. Ben ölümü reddediyor değilim, aksi halde onunla savaşmazdım. Bu savaşın temelinde bilimin arayışı değil, insanlığın özüne dönüşü var. Onca yıldır birbirimizi öldürmemizin nedeni de yaşama arzumuz değil miydi zaten?”
İdealizm, ne aldatıcı bir yaklaşım! İnsanda her gayenin başarılabilir olduğu fikrini uyandırıyor. Yanılgı ise kendini hakikatin acı sillesiyle aşikâr ediyor. Bilmediklerini gösterip cehaletini sınıyor. Bir daha o kapıyı açmadım.
Besbelli karşımda oturan ihtiyar da bir şeyler anlatacak. Gidip sorsam kim bilir neler söyleyecek. Onun da yüzünde yorgunluk, hüzün var. Çantasındaki kitabın parlak cildine kayıyor gözüm, olanca merakımla süzüyorum. Kitap görmeyeli nereden baksan on sene olmuştur. Roman olmalı, kapağından anlıyorum. Yaşamın kıyısında, hayatın manzaralarına dalıp gitmiş. Eskilerin, eskilere olan hürmeti budur. Kâğıdın o keskin kokusundan vazgeçemedi sanırım. Neyi arıyoruz, nedir bizi ağır ağır ölüme sürükleyen? Bana bir söz söyle güzel insan, tel tel dökelim kederimizi. Uzun uzadıya anlatacağın hikâyelerin, o bitap yüzün ardında kalmasına nasıl göz yumayım. İlk âşık olduğun kızın gözlerinde şahit olduğun hayatla, seni ağır ağır tüketen aynı mı sence? Sevdiklerini gömdüğün topraklar, güzel kokuyor mu halen?
Eski günler, eskide kaldıkça güzelleşiyor sanırım. Oysa içindeyken zamanın, şikâyetle geçiriyorsun. İnsan, içinde bulunduğu zamandan uzaklaşabilmek için geçmişini de tahrif ediyor. Hatıraları kesiyor, filtreliyor ve sanal geçmişine aidiyet besliyor. Geçenlerde duydum, istemediğin anılarını silen şirketler yeniden popüler hale geliyormuş. Bir düşün bakalım, bu yaşına kadar ne öğretti sana yaşam? Silip kurtulmak ister misin, seni sen yapan anılardan? Savaşlar çıkar, icatlar yapılır. Biri çıkar insan zihnini evrensel kodeks ile tek bir noktaya bağlar ve böylece konuşmak tarihe karışır. Henüz kıymeti varken kelimelerin, var mısın anlatmaya? Dedem, “İnsanlar tanrının yarattığı ve anne babanın şekil verdiği canlılardır,” derdi. Hamuruna ne katarsan, humorunda onu bulursun. Şakacı adamdı vesselam. Ama öyle bir sözü de vardı ki, adeta yaşamın özetini sunardı.
“Yaşlanmak dağın zirvesine tırmanmaktır; nefesin kesilir ama bakış açın genişler.”
Ne görüyorsun güzel insan, aydınlat bizi. Anlat ki bilelim, öğrenelim geçip gideni. Neticede insan dediğin hayatın acemisi, ölümün ustası değil mi?
Emre Bozkuş Kimdir?
İstanbul’da doğdu. Namık Kemal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimine devam ederken, lisede başladığı okumaları üzerine çalışmalar yürütmektedir. “Hayal Kutusu” adlı kolektif öykü derlemesine iki adet öyküsüyle katılmıştır. Düşün yazılarının yanı sıra kurgusal metinler de ortaya koyan yazar, felsefe ve psikoloji gibi pek çok alana olan ilgisini hikâyelerinde sıklıkla kullanmaktadır.
Emre Bozkuş Blog
Bilimkurgu Kulübü
Esrarengiz Hikâyeler
Düşünbil
Dibace
Sanat ve edebiyat temalı eserlerinizi varlikergen@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Editör onayından geçen yazılarınız “Konuk” sekmesinde yayımlanacaktır.
Bir Cevap Yazın