Zamanın Rengi: Sinestezi | Kısa Öykü

bilimkurgukulubu.com adresinde yayımlandı.

Dünya benim için âdeta bir girdap gibiydi. Renk renk genişleyen bir sessizlikti. Her sabah uyandığımda, pencere perdesinin arasından sızan ışık sadece bir günün başlangıcını değil, yeni bir çağın doğuşunu getiriyordu bana. Diğerleri için “perşembe” diye tanımlanan şey, benim için yüz yıl süren bir kaosa denk düşüyordu. Bir bakışımla geçen haftayı hatırlayabilirdim ki rengi hâlâ yeşildi, biraz da toprak kokardı; çünkü o hafta, zihnimde çamura benzer bir yoğunlukta geçmişti.

Bazen adımı hatırlamıyordum; çünkü isimler zamana bağlıydı, zaman ise benim içimde çözülmüş, parçalanmış bir kavramdı. İnsanlar bana, “Sen zamanı kaybediyorsun,” diyordu. Oysa tam tersiydi. Ben, zamanın her zerresini, her rengini tutuyordum. Bir dakikalık an, kulağımda üç farklı frekansa bölünüyor; her biri farklı bir enstrüman gibi yankılanıyordu beynimde. Bu yüzden konserlere gidemezdim, çünkü zaman orada kontrolden çıkıyordu. Bir saatlik performans, beynimde bir opera üçlemesine dönüşüyordu, duygusal olarak beni parçalara ayırıyordu.

Psikologlar benimle konuşurken, “Disosiyatif değil,” demişlerdi. Nörologlar, beyin taramalarımda olağandışı bir şey bulamamıştı. Doktorlar, “Evet, nöronlar arasında biraz fazla sayıda bağlantı var ama bu bir bozukluk değil, sadece bir tür farklılık,” diye yorumlamışlardı. Bazıları bana sinestet dedi, bazıları ise zaman yolcusu. Ama kendimi ne bir tanıya ne de bir kategoriye ait hissediyordum. Ben sadece yaşıyordum ve yaşamak, benim için herkesin zannettiğinden çok daha ağır, çok daha detaylı bir şeydi. Bir hafta sonu tatili benim için dört yıl demekti. Dört yıl boyunca yalnız kalmak, sessizlikle konuşmak, düşüncelerimin rengini izlemek: İşte kutsal olan buydu…

Bir gün bir psikolog, “Zamanın senin için nasıl geçtiğini anlatır mısın?” diye sordu. Gülümsedim ve şöyle yanıtladım:

“Zaman, herkesin içine doğduğu su gibi. Kimi geçip gider, kimi yüzer, kimi fark etmeden boğulur. Ben ise o suya her baktığımda onun bir kaos bulamacı olduğunu görüyorum. Ve her damlası başka bir hikâye anlatıyor.”

Her sabah aynı ışıkla uyanırdım. Pencerenin ucundan sızan sarı çizgi, duvarda ağır ağır yürür, griye çalardı. Ama benim için bu basit sabah ışığı değil, bir çağın başlangıcıydı. Bugün Perşembe miydi? Olabilir. Ama ne önemi var ki? Çünkü dünkü gün hâlâ sürüyordu. Rengi hâlâ mordu; koyu ve yoğun. Hissiyatı ise bir taşın altında unutulmuş nemli kâğıt gibiydi, dokunduğumda dağılıyordu.

“Zaman neden herkes için bu kadar kolay?” diye geçirdim içimden. Onlar geç kalıyordu; ben ise hep fazlaydım. Onlar günleri kovalarken, ben günlerin içinde ağır ağır yürüyordum. Benim kulaklarıma değen sözler zamana yayılıyor, genişliyor ve yankılanıyordu.

“Toplantı üçte, unutma.”

Üçte… O saat geldiğinde bir ömür geçmiş gibi hissedecektim. O ana dek yüzlerce içsel diyaloğa, binlerce görsel çağrışıma maruz kalacaktım. Zihnim hiçbir zaman sessiz kalmazdı; tek bir kelime dahi zihnimde bir tabloya dönüşüyordu. “Toplantı” kelimesi sarının koyu tonlarıydı, yumuşak kenarlıydı, sol üst köşesinden sızan bir ses vardı. Üç sayısı ise kırmızı ve mora çalan bir mavinin keskin, sıcak gülümsemesiydi. Sivri köşeleri vardı. İnsanlar zamanla yarışırdı. Bense onunla birlikte sürüklenirdim. Benim dünyamda zaman hızlı akmazdı. Zaman, bir dağın eteğinden dökülen toz taneleri gibi ilerliyordu; ağır, yapışkan, savrulan ve kaçınılmaz.

“Şimdi” diye düşündüm. “Şimdi” nedir?
Bir an mı?
Bir saniye mi?
Hayır, “Şimdi” benim için bir kıta büyüklüğündeydi. İçinde yürünmesi gereken, dolaşılması gereken uçsuz bucaksız, tehlikeli bir coğrafyaydı.

“İnsanlar zaman kavramı ile neden bu kadar barışık? Neden onlar da benim gibi yaralanmıyorlar? Neden onların zaman hakkındaki sahte endişelenmelerini deneyimleyemiyorum?”

Zihnimin içinde yankılanan bu ses çoğu kere bana ait değildi. Çocukluğumdan kalma bir yankıydı; bir öğretmenin sesi, bir arkadaşın kahkahası, bir eski sevgilinin bakışı… Zaman beni tutsak etmişti. Geçmiş denilen o kuyu benim içimde hâlâ yaşıyordu. Bir kelime, bir renk, bir biçim yaşanmış tüm o anıları geri getiriyordu. Hepsi oradaydı ve zamanlarının gelmesini bekliyorlardı.

“Belki zaman bende birikiyor,” diye düşündüm.

“Belki insanlar zamanı tüketiyor, ben ise onu saklıyorum.”

Günün sonunda insanlar yalnızca yorgun oluyorlardı. Bense bitiyordum ama fiziksel değil, zihinsel bir bitkinlikti bu. Çünkü bir günde deneyimlediğim tüm o yaşantılar diğerleri için en az yüz yıllık bir tekamüle denk geliyordu. O gün yine binlerce ses işitmiş, binlerce renk görmüş ve geçmişle binlerce anlam kurmuştum. Hepsi burada, ruhumda konaklamış, derin izler bırakmıştı.

Televizyonu açmadım. Telefonuma bakmadım. Arınma ve hizalanma yapmalıydım. Yatağa uzandığımda gözlerimi kapattım ve karanlık değil, yeşile yakın bir mavilik ile buluştum. “Bugün” adı verilen bu sonsuzluğu geride bırakmaya çalışıyordum.

Derken bir fısıltı gelip buldu beni:

“Yarın, başka bir çağ seni bekliyor. Hazır mısın?”

Beni sıradan zannediyorlardı. Oysa sıradanlık, diğerlerinin içine doğduğu bir hastalıktı. Saatler, göz kapaklarımın iç yüzeyine kazınmış grafikler gibi ilerliyordu. Renkler, sesler, sezgisel dünyalar… Salılar genellikle nane yeşiliydi. Biraz serin, biraz yabancı. Ama bu sabah… Bu sabah tuhaf bir renkteydi: kobalt mavisi. Bu, kötüye işaretti. Kobalt mavisi, zihnimde ayrılıkla kodluydu. Ve ayrılıklar bazen bir şeyin ellerinden alınması değil, zihninden sökülmesiydi. Hafıza, sesli bir boşluk demekti benim için.

Altı yaşındayken, “Harfler şarkı söylüyor,” demiştim. Annem gülmüştü. Babam ise dik dik bakmıştı bana. O an benim için endişe ettiklerini büyüdüğümde anlamıştım. Ancak o gece uyuyamamıştım. Çünkü “4” rakamı sürekli uğuldamıştı kulağında. Derin bir tonda, neredeyse bir ağıt gibi. “3” ise inatçı ve kızgındı. “7”, tanımlanamaz bir yeşildi, keskin ve metalikti. Bu rakamlar benim için sadece sembolden ibaret değillerdi. Onlar birer karakterdi, her biri bilinmeyen dünyalara ait canlıların ruhunu taşıyorlardı. Onlar sezgiseldiler ve sanki dışarıdan değil, içeriden doğmuşlardı. İlkokulda öğretmenime, “Sesiniz ne kadar da turuncu, çok güzelmiş,” dediğimde tüm sınıf kahkahaya boğulmuştu.

“Turuncu mu? Ne demek istiyorsun kuzum, iyi misin sen?”

Çok utanmıştım. Ama nasıl anlatılırdı ki bu? Sesi turuncuydu çünkü. Gözlerimi kapadığımda başka türlüsünü göremiyordum. Hatta bu rengin kokusu bile vardı ama bunu kimseye anlatamazdım.

On yaşıma bastığımda ilk doktor randevusu gelip çatmıştı. Doktor, gri takım elbiseli bir adamdı. Konuşurken gözlerini kaçırmazdı, bu yüzden onu hiç sevmemiştim. Çünkü gözlerinde bir şey eksikti. Duygu değildi eksik olan, doktor kendi zamanını tüketmiş gibiydi. Aslında o çoktan ölmüştü. Hevesi kaçmış bir makineye dönüşmüştü.

“Sana birkaç soru soracağım,” demişti boğazını temizlemeden önce. “Rakamların rengi olur mu?”

“Evet.”

“Neden?”

“Çünkü öyle doğdular.”

“Bu normal değil, biliyorsun değil mi?”

“Normalin ne olduğunu bilmiyorum.”

O an ilk kez kendimi “bozuk” hissetmiştim. İyileştireceği düşünülen doktor beni hasta etmişti. Çalışmayan bir saat gibi bozulmuştum. Geriye dönemeyen, ayarlanamayan bir şeye dönüştürüldüm. O gün eve dönerken annem sessizdi. Babam ağlayabilse hıçkırıklara boğulurdu. Oysa onların sessizliği bile bir cezaydı benim için. Babamın hırıltılı sesi tuğla rengindeydi. Bu bastırılmış bir hayal kırıklığı gibi boğuyordu beni. Tonlarca ağırlığındaki kuru yapraklar arasında eziliyordum ona baktıkça.

Ergenliğe geldiğinde sinestezim artık kontrolden çıkmıştı. Duyduğum konuşmalar çatırdayarak zihnimde parçalanıyor, insanlar eriyip şekil değiştiriyordu. Bir öğretmen konuştuğunda, sesi tırtıklı bir halka gibi havada yayılarak gözlerimin önünde yere düşüp parçalanıyordu.

İnsanlardan uzaklaştım. Aşka hiç inanmadım. Çünkü insanların varlığı bende yankı yaratıyordu. Bir öpücük, bazen bir yıldız çarpması kadar gürültülü olabiliyordu. Kimseye anlatamadım çünkü anlatacak uygun bir dil yoktu. Bu deneyim kelimelerin ötesindeydi. Tanı koyamadıkları için doktor raporları bana Atipik Psikoz’u layık gördü. Ancak bu kelime yaşadığım gerçekliğin ağırlığı altında ezilen bilincime yardım eli uzatmıyordu. Gerçeklikle bağım zayıf ve ince bir iplikle bağlıydı. Dünya bana göre bir yer değildi.

On sekiz yaşıma geldiğimde zaman parçalanmaya başladı. Artık günler sadece uzun değildi, bölünüyordu da. Öğleden sonralar sabahlara karışıyor, geçmişten sahneler aniden şimdiki zamana sızıyordu. Ve tuhaf olan şu ki bunları hissedebiliyor, koklayabiliyor ve hatta bazen tadabiliyordum.

Günün birinde bir kafede otururken garsonun, “Çay ister misiniz?” sorusu, zihnimde çocukluğumun mutfağına ait anıları çağırdı. Saniyeler içinde oradaydım, annemin ütü yaptığı, yumuşatıcı kokan perdelerin kokusunun limon sarısı olduğu bir an. Ses, koku, ışık, dokular. Tümü oradaydı. Bir tür zaman atlaması mıydı bu? Yoksa zamanın çokluğu muydu tanık olduğum?

İnsanlar için zaman, geçmiş-şimdi-gelecek hattında bir çizgiydi. Ama benim için zaman bir küme gibiydi. Üzerine basıldığında içe çöken, farklı katmanlara ayrılan mucizevi bir dokuydu. Korkmuyordum. Ama yorgundum. Çünkü her bir an, içimdeki milyonlarca başka an’larla çarpışıyordu. Yirmili yaşlarımın başında kendime dair tüm tanımlamaları terk ettim. Ne doktorlar ne ilaçlar ne terapistler ne de tıbbi kitaplar beni anlayabildi. Her biri kendi kurallarını dayatıyor ve beni normun içine sıkıştırmaya çalışıyordu.

Bir keresinde psikiyatrist, sinestezinin sadece bir algı sapması olduğunu söylemişti.

“Algı, zaten bir sapma değil mi? Gerçeklik dediğimiz şeyin üzerine konmuş kolektif bir mutabakat,” demiştim.

Sınırlardan çıktım. Sosyal kalıplardan koptum. Şehirden uzaklaştım ve ıssız bir bölgede tek odalı bir ev inşa edip orada yaşamaya başladım. Bana ait olan saf zamanla baş başa kaldım. Ve şimdi, belki de ilk kez, zamanın gerçekten ne olduğunu dinlemeye başlamıştım. Günlerden bir gün, sabah 6:32’de, pencereden gelen ışığın sesini duydum. Gerçek anlamda bir temastı bu. Uzun, inceltilmiş bir telli çalgının tek bir notasının nazlı nazlı gülümsemesine benziyordu. Ve şöyle dedim.

“Işık bir sestir ve ses de bir biçimdir. Biçimse zamanın durağan hâlidir.”

O an şunu fark ettim: Belki de zaman bir akış değil, bir dizi ya da bir izdi. Ve bu dizinin tüm kareleri aynı anda var olabiliyordu. İnsan beyni yalnızca sırayla okuyor. Ama benim beynim, sayfaların hepsini aynı anda açıyordu. Geleceği değil, şimdiye ait başka olasılıkları görmeye başlamıştım.

Bu farkındalık beni delirtmedi. Aksine rahatlatıcıydı.

“Ben hasta değilim, ben bu dünyaya dair pek çok şeye fazlayım,” diye iç geçirdim.

Bir süre sonra zamanı ölçmeyi bırakmıştım. Takvim kullanmıyordum. Bir işte çalışmıyor, bir role bürünmüyordum. Ama hâlâ görüyordum: İnsanların yüzlerinin arkasındaki ışığı, sözlerin içindeki şekilleri, an’ların gerisindeki yankıları… Yalnızdım, evet. Ama yalnızlığın içinde tüm olasılıkların sesini duyabilir olmuştum. Ve bir gece, not defterime şu cümleyi yazdım:

“Zaman tekil bir tanrı değildir. Sadece yanlış çevrilmiş bir renktir. O, Kadir-i Mutlak bir varlıktır! Anlayana…”

Zaman, çoktandır mutlak bir çizgi olmaktan çıkmıştı. Ancak o sabah, ilk defa kendime benzeyen başka birini göreceğimi bilmiyordum. İhtiyaçlarım için şehre gitmem gerekiyordu. Eşikte bekleyip derin bir nefes aldım ve “Gücümü toplamalıyım ve geri dönmeliyim,” dedikten sonra yola koyuldum

Onu metro istasyonu girişinde gördüm.

Kadın sessizce bekliyordu. Ama benim için o sessizlik, çınlayan bir kilise çanına benziyordu. Kadının etrafında mavi-yeşil bir aura halkası vardı. Sakinlik ve içsel karmaşa birbirine karışmıştı. İçinde saklı kalan bir çocuk yaşatıyordu. Benim için zamanın frekansı bir anda değişmişti.

Duraksadım. Yutkundum. Çünkü zihnim bana bir şey söylüyordu: O da senin gibi.

Yanına yaklaştım. Sözcükler gereksizdi ama yine de bir cümle çıkıverdi ağzımdan.

Derin bir nefse alıp heyecanla sordum:

“Pazartesiler… Sizce de sarı mı?”

Kadın başını yavaşça çevirdi. Gözlerinde yorgun ama bilge bir parıltı vardı. Hafifçe tebessüm etti, sanki çok uzun zamandır bu soruyu bekliyormuş gibiydi.

“Sarı mı?” diye tekrar etti, hayretler içindeydi. “Hayır. Benim için açık menekşe. Yumuşak ama uyarıcı. Pazartesiler hep öyle olur. Ama Salılar… Onlar kesinlikle sarı. Sarının keskinliği gibi bir acele hâli… Bilirsiniz işte.”

Zihnimde bir kilit daha açıldı. Renklerle konuşmak… Ve en sonunda sesim kendi yankısını bulmuştu.

Bir anda içimde kırk yıl boyunca büyüttüğüm yalnızlık kuleleri yıkılmaya başladı. Adı Eylem’di ve bu kelime yeşilin türlü tonlarına bir parça kızıllık serpilmiş gibiydi. Bilgisayar programcısıydı ve kalabalığa karışmamak için her daim evden çalışıyordu. Onun zamanı da benimkisine benzer şekilde kırıklı, dalgalı ve çok boyutluydu.

Eylem, sinestezisini bir tür “yaşam algoritması” gibi kullanıyordu. Her olayın bir tonu, her kelimenin bir hareketi, her anın bir dokusu vardı onun için. Onunla birlikteyken artık tek bir zihinden ibarettik. Ortak bir bilinç alanında yüzer olmuştuk.

Eylem’in bir de teorisi vardı.

“Zaman bir dışsal yapı değil, bizim bilinçte ‘süre’ olarak var olur. Yani Bergson’un dediği gibi, saat zamanın bir yanılsamasıdır. Gerçek zaman, içsel bir akıştır.”

Bu fikre önce direnmiştim. Çünkü yıllardır zamanı düşman bellemiştim. Ama Bergson’un durée kavramı, bize bambaşka bir olasılık sunmuştu: Zaman akmaz, yaşanır ve herkesin süresi farklıdır.

Birlikte eski saat kulelerine, terk edilmiş sinyal merkezlerine, manyetik alan çarpışmalarının yaşandığı yerlere giderek araştırmalar yapmaya başladık. Amacımız, zamanı nesnelleştirmek değil; öznel zaman algılarımızı birleştirerek ortak bir “süre” alanı yaratmaktı.

Bir keresinde Eylem şöyle dedi:

“Süre, geçmişi içinde taşıyan şimdidir. Bizim için zaman sadece ileri gitmez. Geri de çağırır, içeri de çöker. Kadir-i Mutlak Zaman’ın içinde hareket etmeyi öğrenirsen işte o an zamanın kendisi olursun. Yani her şey ve hiçbir şey, yokluk ve varlık seni öğüterek kendisine katar.”

Bir süre sustum ve bekledim. Çünkü zihnimde o ana kadar tanık olduğum tüm gün batımları aynı anda patladı. Süre, geçmişin hâlâ yaşanabilir olmasıydı.

Araştırmalarımız ve deneylerimiz ardı arkasına sürerken yapay zekâ destekli bilgisayarlar aracılığı ile ilginç bir şey denedik. Her ikimizin Sinestezik Zaman Harita’larını üst üste bindirdik. Ve o anda bir şey oldu. Zamanın çizgisel akışı kırıldı. Başarmıştık.

Daha önce hiç deneyimlemediğimiz bir tür bileşik süre alanına girmiştik. Çocukluğum ile Eylem’in geleceği, aynı an’ın içine doğru bükülmüştü. Zihinlerimizde bir tür kozmik kapı aralandı. Evrenin tınısını dokularla, renklerle, notalarla, kokularla bir bütün olarak algılıyorduk. Bu eksperyonist an, bizi biz olmaktan çıkarmıştı. Kabuklarımızı kırmıştık. İnsanların “şimdi” dediği şey, bize bir hologram gibi görünüyordu. Bir süreliğine zamanın tamamen dışına çıkmayı da başarmıştık. İşte Kadir-i Mutlak Zaman denilen o an’daydık. Burada olmak ya da olmamak bilinci yoktu. Burada bir niyetin varlığı yoktu. Olsa olsa burada niyet olduğundan habersiz bir Niyetin Titreşimi vardı.

İşte en sonunda anlamıştım.

“Zaman, bir koordinat değildir. O bir bilinçtir.”

Ortak bilinç deneylerimiz birkaç hafta boyunca sürdü. Her deney sonrası zamanın çarptırılmış bir “zihin ürünü” olduğunu daha fazla kavrıyorduk. Şimdi tek amacımız ona hükmetmekti. Ama fark etmediğimiz şey, bu çabalarımızın çevremizde bozulmalara yol açmasıydı.

Bazı olaylar gözle görülmez ama birçokları tarafından hissedilebilir. Hakikât gerçektir ancak beden yine de şahit olmak ister!

Bir istasyon saati ileri gitmeye başlar.
Bir çocuk rüyasında geçmişte yaşanmamış bir anıyı görür.
Bir kadın, yıllar önce ölmüş akrabasının sesini duymaya başlar.
İnsanlar gelecekten gelen görüntüleri görürler ve çığlıklar atarak uyanırlar.
Çevremizdeki insanlar yavaş yavaş delirdiklerini düşünürler.

Zaman, kırılmaya başlamıştı. Ve bu durum, ZPT’nin (Zamansal Psiko-Teknik Kurulu) dikkatinden kaçmadı. O güne dek varlığından habersiz olduğumuz bu oluşumun en büyük düşmanları olmuştuk.

ZPT, devlet destekli bir önlem birimiydi. Görevleri ise Zamansal Algı Sapmalarını izlemek ve kontrol altında tutmaktı. Resmi olarak yoktular. Eskilerin “Derin Devlet” diye tabir ettikleri o gizli-saklı oluşumun güncel hâliydiler. Ve bu nedenle biz, yok edilmesi gerekenler listesinde yerimizi çoktan almıştık.

Bir gece, Eylem’le bir rüyayı paylaştık.

Aynı rüya.
Aynı anda.
Aynı renkte.
Aynı dokuda.
Aynı kokuda.
Aynı notada.
Aynı tatta.
Aynı tende.

Rüyada bir koridor vardı. Elektrik mavisi renklerin baskın olduğu yumuşak, kadifemsi bir duvarın önündeydik. Koridorun sonunda ise bizi izleyen gözler vardı. Ve tek bir cümle duyuldu.

“Süre bireysel kalmalı!”

Uyandığımda o talihsiz manzara ile karşılaştım… Kapılar zorlanmamış ama eşyalar değişmişti. Aslında her şey değişmişti. Evin her yerinde Yeniden Yazılan Zaman izleri mevcuttu. Eylem yoktu. Hiçbir iz, hiçbir sinyal, hiçbir renk bırakmadan kaybolmuştu. Yok edilmişti. Buharlaştırılmıştı.

Algıladığım zaman, küçük sürelere bölünerek parçalanmaya başlamıştı. Her seferinde daha da küçük parçalara ayrılıyorlardı. Hız kesmeden günlere yayılan bir yok oluşu izlemiştim. Eylem’e dair hislerim, umutlarım, özlemlerim, korkularım parçalanan sürelerle birlikte un ufak oluyordu. En sonunda gözlerimi açabildiğimde yerimden kalktım ve kendime, ne pahasına olursa olsun Eylem’i bulacağıma dair sözler verdim. Birlikte kurduğumuz yapay zekâ destekli sistemi yeniden kurup Zamanın Olası Koordinatlarını çıkardım. Burada, sadece anılarımız değil, ihtimallerimiz de yazılıydı. Bir tür kuantum günlüğü de denilebilirdi. Her canlının tüm potansiyel zamanları burada tutuluyordu, burası evrenin, yaradılışın Akaşik Kayıtlarının tutulduğu gizli bir mabetti.

Çabam günlerce sürdü. Yapay zekâ destekli bu sistem her ne kadar kuantum işlemcilere sahip olsa da Akaşik Kayıtların çıkarılması konusunda hâlâ yetersizdi. Sistemi hızlandırmak için kendi bilincimi ve sinestetik duyularımı bilgisayarın kullanımına açtım.

Ve bir gün nihayet işe yaramıştı, Eylem oradaydı. Onu görebiliyordum. Tutuklanmıştı ve zamandan yalıtılmış bir odada tutuluyordu. Bilinci, hiç yaşanmamış bir gelecek anında tutulduğu için bulanıktı. Onun hakkında henüz nihai karar verilmemişti.

ZPT’nin Psiko-Zaman Mühendislerinin iz sürücüleri tarafından Eylem’e ulaştığım görüldü. Beni yakalayan mühendisin sesi laboratuvarımın steril havasında yankılandı. Gözlüklerini burnunun ucuna itip donuk bir bakışla bana döndü ve “Sizler süreyi ortaklaştırarak gerçekliği kolektifleştirdiniz. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?”

Boğazım kurumuştu, sesimde titrek ama dirençli bir tını vardı.

“Evet, farkındayım. Bizim gibi kendi gerçekliklerine hapsolmuş bireyleri uyandırmak demek bu. Zamanın tek bir akış olmadığını keşfederek yaşamanın ne anlama geldiğini anlamak…”

Mühendis, dudaklarını büzdü. “Bu tehlikeli,” dedi. “Zamanın öznel kalması düzenin temelidir. Birey zamana hükmederse, toplum çöker. Sana bir şans vermiştik, zamanı zorlamasaydın, Eylem’i hatırlamayacak ve kaldığın yerden devam edecektin. Yolun sonuna geldin ama bu nedenle bizi suçlayamazsın. Bizler gerekeni yapanlarız!”

Soğuk ve durgun bir sesle yanıtladım. Sesimde bir kasırganın taşıdığı öfke ve kaotik renkler vardı.

“Toplumun zamanı sabitlemesi, geçmişi fosilleştirmektir. Süre değişirse, gelecek de kurtulabilir. Niceleriniz gibi bizim yaşamamız da elzemdir.”

Mühendis, alay eden bir kahkahanın ardından “Yanılıyorsun.” dedi.

ZPT’nin kararı netti. Benim zihnim de tıpkı Eylem’e yaptıkları gibi Yeniden Kalibre edilecek ve sinestezim baskılanacaktı. Tüm Süre Belleği’m silinecekti.

Bu esnada başıma gelecekleri anlamıştım. Acele etmeliydim. Eylem ile yaşadığım süre boyunca keşfettiğimiz yeni edinimlerimi kullanmalıydım. Önce kendimi sonra da Eylem’i kurtarıp başka bir zaman sınırına sığınmalıydık.

“Süreye hükmetmek değil, onunla uyumlanmak.”

Ulaşmak istediğim yegâne hedef burasıydı: Uyumlanmak.

Zamanın küçük gedikleri arasında bir yolculuğa çıktım. Ve nihayet Akaşik Kayıtlar’dan elde ettiğim bir geçmişin varyantına sığındım.

Şimdi hem geçmişte hem gelecekte aynı anda var olabiliyordum. Aslında bu bir çeşit Güncel Zaman Hizalaması’ndan kaçıştı. ZPT’nin henüz kurulmadığı bir zamanda soluklanıyordum ve ZPT’ye ait sistemlerin beni bulması neredeyse imkansızdı. Ama er ya da geç bu varyantı da keşfedeceklerdi ve buraya geleceklerdi. Ve o güne kadar, insanlara zamana hükmetmeyi öğretmem gerekecekti. Bu, zamanın sonsuz varyantlarında yaşanacak bir tür gerilla savaşının ilk kıvılcımı olacaktı.

Bu başkaldırıya “Duréalistler” ismini verdim. Duréalisme katılanlar zamanı bükebilecekler ve onu bir deneyim olarak yaşamayı öğreneceklerdi. Zaman içinde yapılan bu gezintiler toplumun belleğinde yeni çatlaklar açacak ve en sonunda mevcut sistemi paramparça edecekti. Duréalistler, ZPT içinde başıboş gezinen ölümcül virüsler olacaktı.

Eylem’le son bağlantımda aklımdan geçen cümle şu olmuştu.

“Zamanı sabitleyenler, özgürlüğü zincirleyenlerdir. Rüyada başlayan her şey, süreyle gerçeğe dönüşür.”

Adım attığım her zaman varyantını bir üs gibi kullanıyor ve onu geleceğin ZPT’sine saldırı için hazırlıyordum. Kısa süre içeresinde uyanışlar başlamıştı. ZPT’nin varlığından ve kendi potansiyelinden haberdar olan uyanmış her bilinç Duréalisme katıldı. Zamanın içinde çok sayıda gerilla üsleri kuruldu. “Anılar” üzerinden ulaşılabilen bilinçli mekânlar, rüya otobanları, unutulmuş bakışlar, ilk kalp atışları… Her biri, bir üs, bir süre alanıydı. Ve bu alanlarda ZPT’nin gözü kör, kulağı sağırdı, şimdilik.

Duréalism virüs gibi çoğalıyordu. Ona katılanların tamamı birer sinestet değildi. Ama her biri zamandaki ayrışmaları hissetmeye başlamıştı. ZPT’nin sabit gerçekliğindeki çatlaklar büyüyordu. Bu çatlaklar Duréalismin en büyük propaganda aracını yaratıyordu: Uyanış. Çünkü insanlar, sistemin dayattığı zamana göre değil sinestezik algıya göre yaşamaya başlamışlardı. Ve bu otorite için bir felaket demekti.

Günün birinde Duréalistler ZPT karargâhında bulunan mühendislerin zaman algılarını kırmayı başardılar. Kimisi çocukluk dönemlerinde agularken kimisi alternatif geleceklerinde başlarından geçenleri korkuyla deneyimliyorlardı. Ben ve arkadaşlarım başarmıştık, ZPT’yi alt etmiştik. Eylem’e ulaşıp onu güvenli bir yere götürdükten sonra ona dayatılan zaman algısını değiştirmeye koyulduk. İlk birkaç gün yorgun ya da şaşkın diye tanımlayabileceğim gri/bulanık bir haldeydi. Günler geçti ve belirtiler en sonunda gün yüzüne çıkmıştı. Eylem değişmişti. Onun beynine her ne yaptılarsa onu mahvetmişlerdi. ZPT’nin Süre Kapsülünde tutulduğu günler boyunca sahte anılar üretilmiş ve bu anılar yeniden sıralanmıştı. Onun zihni yankılı bir vadi gibiydi. O, sahte bir zaman algısı içinde boğuluyordu.

Güçlükle nefes alarak bana baktı ve şöyle dedi.

“Ben kimdim? Hangi varyantım sendeki bendim? Aklım öylesine karışık ki n’olur bırak beni ya da öldür. Dayanamıyorum artık. Kendimi tanımıyorum. Bu bedeni tanımıyorum. Lütfen yardım et bana.”

Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Beni durgun bakışlarla izleyen Eylem ise bu halime bir anlam veremiyordu.

“Bu sorunun tek bir çözümü var,” dedim. “Birlikte yeni bir Eylem yaratacağız. Benim hatıralarıma tanıklık edeceksin. Onları seninle paylaşarak değil sende yeniden oluşturarak tedavi edeceğiz seni.”

Bu esnada ZPT de boş durmamıştı. Çekirdek Zaman dediğimiz sistemi sıfırlayarak her şeyi sil baştan kurguladılar. Gafil avlanmıştık. Bu kadar ileriye gideceklerini tahmin edememiştim. Sadece ben değil, sisteme dair ne varsa sıfırlanmış, zaman yeniden nesnel koşullarda akmaya başlamıştı. Böylece, toplumun zaman algısı eşzamanlı hale gelerek, tek bir kolektif “şimdi” yaratılacaktı. Bunun anlamı şuydu:

Hiç kimse artık geçmiş ya da gelecekle duygusal bağ kuramayacaktı. Zaman duygusu, sadece anlık bilgiye indirgenecekti. ZPT, tam kontrol istiyordu.

Az sayıda kalan Duréalistler ile birlikte harekete geçtim. Ama bunu savaşla değil, bir tür zaman dalgalanmasıyla yaptık. Eylem, bilincini tamamen kaybetmişti. ZPT’yi yok etmeden Eylem’i kurtaramayacağımı anlamıştım. Zaman Dalgaları aracılığı ile durmaksızın şiir, şarkı, anı zinciri ürettik. İnsanlardan çocukluk anılarını paylaşmalarını, unutulmuş sevgileri hatırlamalarını, rüyalarını yazmalarını, konuşmalarını, paylaşmalarını istedik.

Zafere olan inancımız güçlenmişken o büyük darbe bir kez daha geldi ve o anda her şey yok oldu. İnsanlar yaratılan sahte süre içerisinde kaybolmuştu. Anılar önemini yitirmişti. Zaman Sabitleyiciler onların bilinciyle adeta oyun oynuyordu. Duréalism devre dışı kalmıştı.

O anda son defa gökyüzüne baktım. Gökyüzü, şimdi herkesin gördüğü gibiydi. Sinestezim adeta yok olmuştu, derinlerde bir yerde iniltisini duyuyordum ancak ona ulaşamıyordum. İlk kez normal insanlar gibi algılıyordum zamanı. Durgun, basit, renksiz, şekilsiz, tatsız, kokusuz.

Gelecek, artık bir an değil, yakınlık hissiydi.

İnsanlara gerçek anlamda ilk kez yakınlaşmıştım. Eylem’in yorgun sesini işitince anladım hâlâ hayatta olduğumu. Fısıltıyla konuştu.

“Sence bu kurak günler kaç yıl sürer?”

“Belki bir ömür. Belki bir saniye, bilemeyiz, onların vicdanına kaldık,” dedim.

“Ama fark ettin mi artık kimse zamanı ölçmüyor. Herkes zombi oldu.”

Ve böylece Zamanın Rengi Mutlak Gerçeklikten, Öznel Süreye yapılan uzun bir yolculukla son buldu. Ama zamanın doğası gereği, bu son aslında yeni bir başlangıçtı. ZPT’nin beni ve Eylem’i yerlerde sürükleyerek götürdükleri an anlamıştım o kötücül başlangıcın çok yakınında olduğumu.

Gece, karanlığın en koyu saatindeydi. Yanımda ismini hatırlayamadığım bir kadınla hızlı adımlarla taş duvarlı eski bir eve girdik. İçeride onlarca kadın, titreyerek namaz kılıyordu, secdedeydiler. Bizi fark ettiklerinde korku dolu gözlerle başlarını kaldırdılar. Bu korku, onlara ait değildi, odaya sinmiş ölümün kokusuydu. “Burada değil,” dedim sessizce. Sesim duvarlara çarpmadan yok oldu.

Oradan çıkıp diğer odalara yöneldik. Yürürken yanımdaki kadına döndüm.

“İyi bir sinestet olursan,” dedim, “Günün birinde gerçek bir empat olursun. Olanı ve olacak olanı da görürsün.”

Cümlemi bitirmemle birlikte zemin ayaklarımın altımdan kaymaya başladı. Bedenim bana ait değildi, kontrolsüzdü. Ellerimi hissettim; yabancı, ağır ve eskiydiler. Sinestezi, dedim içimden. Duyularım birbirine karışıyordu. Belki de zamanı kokluyor, mekânı duyuyordum. Ancak yapmam gerekeni biliyordum. Gözlerimi kapattım, sessizliğe sarıldım. Sakin, durgun bir göl gibi oluş içinde nefes almaya başladım. İşe yaramıştı. Korku dolu gözlerle bana bakmakta olan çocuğun saçına dokundum ve “Sana bu ataklarla başa çıkmayı da öğreteceğim, endişelenme ufaklık,” dedim.

Sonunda başka bir odaya vardık. Burada yalnızca yaşlı bir kadın vardı. Öfke dolu gözlerle bana baktı. Sanki geleceğimizi biliyor gibiydi. Bu bakışta nefret, korku ve derin bir kabulleniş de vardı.

“Demek buradasın,” dedim.

Yavaşça yaşlı kadının önünde diz çöktüm. Bileklerinden tuttum. İçimde yükselen eski bir mantranın sözlerini anımsadım ve dudaklarım usulca mırıldanmaya başladı.

“İn nomine magni dei nostri Duréalism.”

Sözlerim odayı dolduracak kadar ağırlaştı. Bana eşlik eden ismini ve kim olduğunu bilmediğim kadın beni kaygıyla izliyordu. Ona bakıp kibirle gülümsedim. Bu gizemli olaya ilk kez tanık oluyordu. Yaşlı kadının bedeni titremeye, başladı. Gözleri yerinden fırlayacak gibiydi, anlam veremediğim sözcükleri ağzından köpükler taşarken üstümüze salıyordu. Bileklerini tüm gücümle tutmaya devam ediyordum.

Tam o anda haykırdı.

“Tüm bunları gerçek mi sanıyorsun?”

Sözleri yıldırım gibi ezip geçti bizi. Zaman durdu. Renkler gitti. Kokular terk etti beni. Müzik sustu. Ellerime baktım. Bu eller… Onlar yabancıydı, benim ellerim değillerdi. Tenim, kaslarım, parmaklarım… Hepsi başka bir insana aitti. Zaman tamamen çözüldü. Evren yok oldu.

Ben kimim, kimdim?

Burası neresi?

Yaşlı kadının titremesi son bulmuştu. Ağzından akan tükürükleri koluna sildi ve sürünerek odanın köşesine doğru çekildi, ardından cenin pozisyonunda kıvrıldı. Ve işte o anda sis perdesi dağıldı. Gümüş renginde ışık parçacıkları odayı dolduruyordu. Yaşlı kadın bana baktı ve sakince tısladı.

“Teşekkür ederim. Ave Duréalism.”

O korkunç şey kayboldu. Yaşlı kadından geriye kalan boş bir kabuk gibi yere yığıldı. Ben ise ellerimle, bedenimle, şüphe duyduğum evrenimle baş başa kaldım. Kimi kurtardım, kimi zincirledim, bilmiyordum. Boğazımda bir düğümle, karanlığın içinden uyanıverdim. Kırık zamanın sonsuzluk aynasında uyandım.Uyandığımda bedenim hâlâ bana ait değildi. Kendimi yatağımda sanıyordum fakat havası, kokusu farklıydı. Metal ve küf. Gözlerimi açtım; tavanda dev bir ayna vardı. Ama yansımam bana ait değildi.

Aynadaki ben, başka bir yaştaydı. Yavaşça kalktım. Ayaklarım çıplaktı. Zemin, solgun mozaik taşlarla kaplıydı. Taşların arasında örümcekler ilerliyordu, örümcekler gri dumanlar gibiydi. İçgüdüsel olarak sağa döndüm. Dar bir koridora çıktım. Duvarlarda eski saatler asılıydı. Hepsi farklı zamanları gösteriyordu. Bir adım daha attım. Saatlerden biri çığlık attı.

Yankıda şunu duydum.

“Burada zaman da kimlik de kırılır.”

İçimde bir ürperti gezindi. Yeni bir sinestezi atağı yaşıyordum. Sesin tadı vardı, paslı demir gibi. İstemsizce öğürdüm. İlerlemeye devam ettim. Koridorun sonunda kapısı yarı açık bir oda vardı. İçeride genç bir kız, yere çömelmiş, aynalı bir kutuyla oynuyordu. Her nedense kızın adını bilmiyordum.

Kutunun her yüzeyinden başka bir dünya yansıyordu. Bazen yanan şehirler, bazen göğe doğru yükselen siyah kuleler, bazen de gözyaşları içinde dua eden bir adam. Genç kız, başını kaldırdı ve bana baktı. Gözleri yoktu. Göz yuvalarında dönen birer küçük kum saati vardı.

“Geç kaldın,” dedi. Sesi kırılgan ve çocuksuydu. Ancak bende bıraktığı his farklıydı. Yaşlı bir kadının, sonsuzluktan gelen sesi gibiydi.

“Neye geç kaldım?” diye sordum.

Genç kız, kutuyu bana uzattı. “İçine bak,” dedi.

Baktım.

Kutunun içinde kendimi gördüm. Yüzümde sonsuz sefil bir yalnızlık, ellerimde zincirler, sırtımda ise kanat benzeri yanık izleri.

“Buradan kurtulmanın tek yolu,” dedi kız, “kendi zamanını yaratmak.”

O an, her şeyin yeniden çözülmeye başladığını hissettim. Saatler birer birer duvarlardan düştüler. Koridor sonsuzluğa, spiral bir boşluğa evrildi.

“Kendi zamanımı mı yaratacaktım? Nasıl? Ve neden?”

O sırada bir fısıltı daha yükseldi.

“Yaratmazsan yok olursun!”

Ve dünyam bir kez daha kaymaya başladı.

Kutunun içindeki görüntüme bakarken, içimde iki ses çarpıştı. Biri, sabırlı ve ağır.

” Zamanı çal ya da kendi zamanını yarat.”

Diğeri, nefes nefese ve korku dolu.

“Kaç. Şimdi!”

Sahne başa sardı. Genç kızın elleri bilek hizasından kesilmişti. Zemine düşen kan damlaları beni hipnoz ediyordu. Elleri olmayan kız bana kutuyu uzattı. Gözlerindeki saatlerde kum hızla akıyordu.

“Zamanı olan, zamanı olmayana dönüşecek. Ve o gün herkes acı içinde kıvranacak!”

Kulaklarımı sağır edercesine sesler yükselmeye başladı.

Tik tak… Tik tak…

Kan damlaları aklımla oynuyordu.

Tik tak… Tik tak…

Kararımı vermiştim. Bir elime kutuyu aldım. Diğer elimi kapıya uzattım.

O anda koridor, bir canlı gibi kasıldı. Taşlar çatırdadı, duvarlardan dumanlar sızdı. Saatler yeniden çıldırdı. Birer birer çatlamaya, patlamaya başladılar. Oradan oraya savrulan parçalar, bedenime saplandı, zamanı ısıran oklar gibi beni soluksuz bıraktılar.

Koştum. Koştum.

Koridor uzadıkça uzadı. Ayaklarım yorgundu ama duramazdım.

Elimde tuttuğum kutunun içinden bir fısıltı daha yükseldi.

“Dikkat etmezsen zamanın dışına düşersin. Bunu istemezsin değil mi?”

Ve düştüm.

Gözlerimi açtığımda, başka bir yerdeydim. Gökyüzü demir rengiydi. Yerde ince çatlaklar vardı, sanki dünya bile kendi ağırlığını taşıyamıyordu. Önümde kasvetli terk edilmiş bir şehir yükseliyordu. Binalar tersine dönmüştü, yukarıya değil, yere doğru uzanıyorlardı. İnsanlar değil, gölge kopyalar yürüyordu sokaklarda. Her biri başıboş, isimsiz ve amaçsız… Hiçbiri tam değildi; bir kolu, bir yüzü, bir zamanı eksikti.

Kutu hâlâ elimdeydi. Şimdi daha da ağırdı. İçinden yükselen ses benimdi. Çığlığımın yankısını duyuyordum. Kendi zamanımı bir kâbus gibi ellerimde taşıyordum.

Bir kadın gölgesi bana doğru yaklaştı. Bana benzeyen bir maskesi vardı. Eğildi ve şöyle dedi.

“Burada zamanı yaratamazsın. Burada zaman yalnızca öldürür. Ve sen de öleceksin!”

Sarsıldım. Bu evren de korkunçtu. Burası Kırık Zaman evreniydi, her şey sonsuza dek geçmişe akıyordu, hiçbir gelecek yoktu. Durmaksızın geçmişe evrilen bir döngüydü burası. Çaresizdim.

Ve o sırada, gökyüzünde devasa bir yarık açıldı. Yarığın içinden, başka bir ben bana baktı. Bu olası başka bir evrende hayat bulmuş kadın halimdi. Gözlerinde keder yerine karanlık vardı.

“Yanlış yaptın,” dedi.

“Direnerek her şeyi daha da bozuyorsun. Hâlâ anlamadın mı?”

Yarık giderek büyüdü. Sanki bütün bu dünya çökecek, bütün benliklerim birbirine karışacaktı. O an önüme yine iki seçenek çıktı. Ya kutuyu kırıp bu evreni terk edecektim ya da burada kalıp kendi zamanımı yeniden inşa ederek bana dayatılan bu döngüyü sona erdirecektim. Kutuya bir kez daha baktım. Adeta yaralı bir kuş gibi nefes alıyordu. O da benim gibi çaresizdi. İçinde yankılanan çığlığım, kulaklarımı sağır edecek gibiydi. Gözlerim, gökyüzündeki yarıktan bana bakan öteki beni yakaladı. Onda da hiçbir umut yoktu. Sadece sessiz bir uyarı vardı.

“Geç kalma.”

Hiç düşünmeden kutuyu yere çarptım. Zaman kutusu, tuzla buz oldu. Gökyüzü içeriye doğru çöktü. Yer dalgalar halinde kırılarak yükseldi ve ben savrularak derin bir boşluğa düştüm. Düşüş sonsuzdu. Zaman artık sıvıydı; bazen yoğunlaşıyor, bazen parmaklarımın arasından akıp gidiyordu. Düşerken doğumumu gördüm. Sonra ölümümü. Sonra doğmadığım ve hiç ölmeyeceğim diğer olasılıkları gördüm. Her şey aynı anda yaşanıyordu. Ölümüm, çocukluğum, yaşlılığım, başka hayatlarım. Olmadığım hayatların akışında tatlar renklere dönüşüyor, sesler dokunulabiliyordu. Acı, limon sarısıydı. Öfke, pütürlü bir kumaş gibiydi.

Sinestezinin girdabında sürüklenirken en sonunda bir zemine çarptım. Gözlerimi açtım. Burası bir şehir değildi. Burası bir düşünce haritasıydı. Yollar, caddeler yoktu; onun yerine hatıralardan ve unutulmuş rüyalardan yapılmış sokaklar vardı. Hepsi sahteydi. Her adım attığımda, bir şey hatırlıyor veya kaybediyordum. İsimler hafızamdan çıkıp yok oluyorlardı. Yüzler siliniyordu.

Bir meydanın ortasına vardım. Meydanda tek bir yapı vardı. Yıkık dökük bir saat kulesi. Saatin kolları ileri geri oynuyor, hiçbir zamana sabitlenmiyordu. Kulenin dibinde birisi vardı. Çocuk muydu, yaşlı mıydı, çözemiyordum. Ama gözlerinden zift renginde karanlık dökülüyordu. Yaklaştım. O korkunç insan bana doğru döndü ve bir anahtar uzattı. Anahtar, eski ve paslıydı. Üzerinde küçücük bir yazı vardı.

“Kırılan kutular, yeni evrenler doğurur. Unuttun mu yoksa?”

Başımı kaldırdım. Gökyüzünde yeni yarıklar açılıyordu. Her yarıktan başka bir dünya, başka bir olasılık parlıyordu. Fısıltılar yeniden yükseldi.

“Hangi dünyayı seçeceksin Sinestet?”

Elimde paslı anahtarla duruyordum. İstediğim bir evreni seçip oraya girebilir miydim? Yoksa anahtar, bir tuzaktan mı ibaretti?

Bilmiyordum.

Hissettiğim tek şey şuydu: Artık hiçbir şey, hiçbir zaman, benim olmayacaktı.

Paslı anahtarı kavradım. Gökyüzündeki yarıklara baktım. Her birinden başka bir evrenin yankısı dökülüyordu. Birinde sonsuz bir şehir parlıyordu… Diğerinde sessiz bir deniz kıyısı… Bir başkasında hiç doğmamış yıldızlar arasında sürüklenen bir dünya…

Rastgele birisini seçtim. Bilinçli bir seçim değildi, bir dürtüydü sadece. Anahtarı havaya doğru kaldırdım. Seçtiğim yarığa doğru çevirdim. O an, dünya yine titredi ve yarık kapandı.

Toprak yarıldı. Zemin çöktü. Ve ben… Yer altına doğru hızla çekildim. Boşluğa düştüm.

Gözlerimi açtım. Burası çok soğuktu. Çok soğuk. Etrafımda onlarca, yüzlerce, belki binlerce kapı vardı. Her kapının üstünde bir yüz. Her yüzde olası ben’ler… Çocukken asla büyümemiş hâlim, hiç doğmamış hâlim, cinayet işlemiş hâlim, melek olmuş hâlim, ihanete uğramış halim, küflenmiş hâlim, tanrı halim, köle halim… Kapıların eşiklerinde ise hüzünlü müzikler çalıyordu, sanki her biri yok olmuş ben için ağıt yakıyordu.

“Burası Öz Beden Mahzeni,” dedi bilge bir kadın sesi. Sesin geldiği yeri aradım ancak bulamadım.

“Bütün olasılıkların, bütün yaşanmamış hayatların burada. Ve şimdi bir seçim yapman gerek,” dedi. Bu ses, yapmak zorunda olduğum bir şeyi hatırlatıyordu.

Ses yankılanmaya devam etti.

“Yeni bir evren istiyorsan, eski benliklerinden vazgeçmelisin.”

Ama nasıl?

Bir kapı açıldı. İçinden yaralı bir ben çıktı. Gözleri deşilmiş, elleri kanlı. Bana doğru yürüdü.

Pis kokulu soluğu yüzüme çarpana kadar yürüdü ve fısıldadı.

“Beni bırakmadan, yeni bir evrene geçemezsin.”

O bunları söylerken ruhumdan bir şeyler çekilir gibi oldu. Anılarım birer birer silinmeye başladı. Ve çok geçmeden anlamaya başladım.

Yeni bir evren seçmek, yalnızca bir yolculuk değildi, bir kurban ayiniydi. Kendi kendimin kurbanı.

“Hangilerinden vazgeçmeliyim? Hangilerini bırakmak, ruhumdan bir parça koparmak olacaktı?” bilmiyordum. Gökyüzünde yarıklar yeniden açılmaya başladı. Zamanım tükeniyordu. Anahtar elimdeydi. Kapılar önümdeydi.

Hepsi ben’dim. Hiçbiri ben değildim.

Elimdeki anahtar artık bana ağır geliyordu. Pas, avuçlarıma sinmişti. Ama bırakmak mümkün değildi. Çünkü bırakmak, yok olmak demekti. Gökyüzü ağırlaştı. Yarıklar birbirine dolandı. Sonsuz olasılıklar, boğulmuş karanlıkta çırpındı.

Ve sonra… Zemin çatladı. Yukarıdan ağır bir cisim indi. Üzerinde Kader Mührü yazıyordu. Hiçbir şey seçmeden öylece kıvrılıp uyumak istiyordum, tükenmiştim ve umutsuzdum. Öylesine yorgun ve ümitsizdim ki hiç yaşamamış olmayı diliyordum.

Ses, bir fırtınanın habercisi gibi aceleyle konuştu.

“Kaderini seçmeyeceksin. Kim olduğunu seçeceksin. Acele et!”

Mühre dokundum ve bir kapı açıldı.

İlk kayıp: Sinestet çocuk.

İçinden umut dolu, parlak gözlü bir çocuk çıktı. Bana baktı. Bir şey söylemedi. Sadece ellerini açtı. Ve geri çekildi. Kapı kapandı. Artık, olası tüm evrenlerden silinmişti. Ben hayal etmeyi unutan bir zaman yolcusu olmuştum. Dokunduğum tüm güzellikleri yok ediyordum. Ben Keder Getiren’dim.

İkinci kayıp: İhanet eden sinestet.

Bu benlik, gözlerinde sinsi bir bakışla bana doğru yaklaştı ve şöyle fısıldadı.

“Hiçbir zaman kendi yolunu bulamayacaksın. Sonsuza dek bu kabusta hapsedileceksin.”

Sonra gülerek kapının arkasına çekildi. Artık, kendimi tanımıyordum. Yabancılaştım kendime. Bilinçaltım, sonsuz bir kara delik gibi beni içine çekiyordu.

Üçüncü kayıp: Ölümsüz olmayan sinestet.

Bu benlik, yaşlıydı. Bedeninde hayata dair hiçbir iz kalmamıştı. Yalnızca gözlerinde hafif bir ışık vardı. Sanki bana şükreder gibi dokundu. O an kalbimde ince bir sızı hissettim.

“Her zaman sonunu bileceksin. Ne başlatırsan başlat, hep ölüme varacaksın. Hiçbir zaman kimi aradığını hatırlamayacaksın!” dedi ve gitti.

Artık burada sonsuzluk yoktu. Her şey, doğar doğmaz ölmeye mahkumdu ve ben kimi aradığımı bilmiyordum.

Karanlık çöktü. Geriye birkaç kapı kalmıştı. Onları elimde tutabiliyordum, en azından şimdilik. Onlarla yoluma devam edecektim. Ama artık, kalbimde kapanmayan boşluklar, kapanmayan kapılar vardı. Gökyüzündeki yarıklar hızla birleşiyorlardı.

Anahtarı kaldırdım. Son bir kez, geçmişe baktım. Kaybettiklerime. Kaybedemediklerime. Sonra adımımı attım. Yeni bir dünyaya. Ve orada beni kim ya da ne bekliyordu, bilmiyordum.

Bütün zamanlarım kırılmıştı. Ve ben, onların keskin camlarına yalınayak basa basa yürümüştüm.

Yarık üzerime doğru kapandı ve bir yıldız tozu gibi savrulmaya başladım. Gözlerimi açtığımda ışıksız bir varoluşun sancısı ile uyandığımı fark ettim. Sadece boşluk vardı. Sonsuz, kör, dokusuz bir boşluk. Sesler, fısıltılar… Sonra çığlıklar. Sonra yine sessizlik. Gözlerimi kapattım ve yeniden düştüm. Anlayamıyordum. Bu yarıkları görmezsem ve kapıların farkına varmazsam beni bekleyen sonuçlar değişiyordu? Onları yok sayamıyordum. Onlar var ve ben onlarla etkileşim içindeydim. Ve sonuçlar değişiyordu. Değişmese ne olacaktı? Başka ben’lerle mi buluşacaktım yoksa mutlak kaderle mi karşılaşacaktım? Bilemiyordum. Aklım karışmış, gözlerim görmez olmuştu. Yarıklar benim varlığımı hissediyorlardı. Sadece ve sadece var olduğum için sonuçları çarpıtıyorlardı.

Yeniden bir koridordayım. Taş duvarlar soğuk ve küflü. Zemin ıslak. Adımlarım yankılanıyor. Yanımda yine aynı kadın. Adını hatırlamıyorum.

Onunla birlikte ilerliyorum. Konuşmuyoruz. Bir kapının önünde duruyoruz. Kapı kendiliğinden aralanıyor. İçeride çok sayıda kadın namaz kılıyor.

Bizi görünce korkuyorlar.

“Burada değil,” diyorum. “Burada değil…”

Başka odalara bakıyoruz.

Adını hatırlamadığım kadına dönüyorum.

“İyi bir sinestet olursan, bir gün gerçek bir empat olursun, olanı ve olacak olanı da rahatlıkla görürsün.”

Cümlem biter bitmez zemin kaymaya başladı. Bedenim oyun hamuru gibi esniyor. Ellerim başkasının elleri oluyor. Odadaki yaşlı kadınla göz göze geliyorum.

Yaşlı kadının önünde diz çöküyorum ve bileklerden tutuyorum.

“İn nomine magni dei nostri Duréalism.” diye bağırıyorum kibirle. Ardından adını hatırlamadığım kadına bakıyorum.

Bileklerinden tuttuğum yaşlı kadın benden kurtulmak istercesine çırpınırken haykırıyor.

“Tüm bunlar gerçek mi sanıyorsun?”

Ellerime bakıyorum. Bunlar benim ellerim değil.

Ben, ben değilim.

Yaşlı kadın ellerimden kurtuluyor. Bir köşeye siniyor. Cenin pozisyonunda titriyor. Ruhundan kurtulan öz bana bakıyor.

“Teşekkür ederim. Ave Duréalism.”

Sonra…

Zemin tekrar kayıyor.

Ve her şey en başa dönüyor.

Bir koridor. Taş duvarlar. Islak zemin. Adımlarım yankılanıyor. Yanımda aynı kadın. İsmini hatırlamıyorum. Aynı kapılar. Aynı kadınlar. Aynı korku. Aynı cümleler. Aynı mantralar. Aynı çöküşler. Aynı yarıklar. Aynı parçalanmalar. Aynı ben.

Tekrar tekrar kayboluyorum bu döngüde.

Ve nihayet gözyaşlarım ıslak zemine düşerken farkına varıyorum.

Bu bir evren değil.

Bu bir rüya değil.

Bu, benim kendi zihnimdeki bir hapishane.

Adını unuttuğum kadına bakıyorum.

“Eylem, seni arıyordum. Nihayet hatırladım seni.” diyorum sevinçle.

Bu ani farkındalık saniyeler içinde yok olup gidiyor. Ona anlamsız gözlerle bakıyorum ve zihnim onu “İsmini bilmediğim kadın,” olarak çağırmaya kaldığı yerden devam ediyor.

Ve her döngü, beynimin bir başka sinapsında takılı kalan eski bir anımın yankısını yok ediyor. Ben… Kendi bilincinde hapsedilenim. Her şey sonsuz ve her şey kaçışsız.

Gökyüzü yok. Zaman yok. Sadece ben, kendi parçalarımın ezgisi içinde dönen bir sonsuzluk yumağıyım. Her seferinde unutup başa dönüyorum. Yeni kapılar açılıyor, yeni kabuslara yürüyorum ancak aynı sona düşüyorum. Her seferinde biraz daha silinen, her seferinde biraz daha yabancılaşan ve her seferinde biraz daha az “ben” olan bir döngünün esiriyim. Benliğim siliniyor ve biliyorum ki bir an gelecek; ismini bilmediğim o kadını unutacağım, ardından da yok olacağım.

Sipariş İçin: kitapyurdu.com


Varlık Ergen sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑

Varlık Ergen sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin