20 Ekim 2012
Merhaba. Sizleri o kadar uzun zamandır tanıyorum ki konuya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Hatta sizleri birkaç kez hırpaladığım da olmuştu, işim gereği diyemeyeceğim maalesef, gönüllü olarak yapanlardandım ben de. Hani şu meşhur kırık bağlama fotoğrafı var ya, bazen utanıyor bazen de ince bir gülümsemeyle selam yolluyorum o eski bene.
Sevgili Grup yöneticileri inanın ki kaçak bir suçlunun pişmanlığını çok iyi bilirim ben de. Nasıl da amansız kıvranır dilinin altında sakladıklarıyla. Ah keşke bir çukur bulsam da sığdırsam der ne varsa, doldursam der biriktirdiklerini çukura ve yeniden kapatmak ister toprakla ve taşla üzerini. Bir mezardır artık, öldürmüştür kendindeki fazlalıkları. Rahatlamıştır artık. Bana da böyle şeyler oldu işte, ağır geldi ayaklarımdaki, dilimdeki ağırlıklar…
Evimde, yorgun gecelerimin birinde gelen telefonla kaçtı huzurum. Hazırlanıp çıktım hemen. Haziran’ın 12’siydi, yıl 2010, İstanbul İnönü Stadı’nda bir konserde görevlendirildiğim için öfke doluydum. Kabaca bir hesapla, trafik çilesini de içine katarak, evime gece geç saatlerde döneceğimi biliyordum. Buna rağmen sabahın erken saatlerinde yeniden hazırlanıp işe koyulacaktım. Zaten yaptığımız fazla mesailer boynumuzun borcuydu!
Ayağımda kotum ve üzerimde tişörtümle kalabalık bir grubun içinde yerimi almıştım. Tiksinmeye benzer duygularla izlemeye başlamıştım konserinizi. İlk dakikalarda anlamaya çalışmadım bile olan biteni, zamanın hızla geçmesini istiyordum sadece. Sonra, su şırıltısının eşlik ettiği bir gümbürtüyle başlayan slâyt gösterisi çekti dikkatimi. Dev ekranda bir madenci göründü. Mahşeri kalabalık en içten duygularıyla sloganlarla selamladılar madencileri. Bense kendimi daha fazla tutamayıp ağlamaya başlamıştım. Emekliliği gelmiş, benim gibi kaskatı duygusuz bir insanın ağlamasına sadece ben değil çevremdeki izleyiciler de şaşırmıştı. Yiğidim diye seslendiğim kardeşimi bir maden ocağındaki göçükte kaybetmiştim. Üzerinden beş yıl geçmişti ama acısı günbegün büyüyordu. Yiğidimi toprak mı, kader mi, yoksa paraya doymaz şirket kasaları mı almıştı? Bildiğim tek şey, üç çocuğunu ve çok sevdiği karısını geride bırakıp gittiğiydi.

Kalabalık, ıslıklar eşliğinde boğazlarını yırtarcasına eşlik ediyordu şarkıya. Birçoğuyla göz göze gelip merakla baktım bu insanlara; her kesimden insan vardı burada ve hepsi kardeşim gibileri için samimi duygularla oradaydılar. Bir an için utandım kendimden. Ben kardeşimden başka, gerçek anlamda, hiçbir madenciye üzülmeyen bencil, pislik bir heriftim. Şarkı devam ediyordu. Yiğidimin çok sevdiği derin karanlık, tıpkı şarkıda söylendiği gibi, tabutu olmuştu onun da. Kıt kanaat şükürler içinde yaşamını sürdürmeye çalışan yiğidime, böylesine sefil bir hayatı bile çok görmüşlerdi. Ne oluyordu bana? İğreti duygularla bakıştığım bu insanlar, nasıl oluyor da böylesine üzülebiliyorlardı yiğidim için?
İşte o gece bir şeyler oldu, fırtınalar koptu yüreğimde. Söylenen her şarkıda yiğidimi gördüm. Sahnenin en önünde, madenci kıyafetiyle, kömür karası gözleriyle gülümsüyordu bana. Sayılarını 70 bin diye tahmin ettiğim kitle tek bir vücut olmuş inletiyorlardı stadı. Bense hayretle, hüzünle izliyordum canımdan bir parça olanın hayalini. Yiğidime yakaran enstrümanlara ve sizlere hayranlıkla bakmaya başlamıştım artık. Nasıl olur da on binlerceniz bir araya gelmişken; kardeş, ana, baba, yar olabiliyordunuz birbirinize? Ağza alınmayacak küfürlerle taciz ettiğim, kolunu bacağını kırmak istediğim elemanlarınıza baktım, bir de on binlere; dövmekle, sövmekle bitirilemeyeceğinizi o an anlamıştım. Canım kardeşimin ışıldayan gözlerinde gördüm sizdeki bitmeyecek umudu. Tüylerim diken diken olmuştu. İlk kez deneyimlediğim böylesine duygularla yıkılmaya başlamıştı bütün o kaskatı düşüncelerim. Kendi geçmişime doğru yorucu bir yolculuğa çıkmışken sonradan Âşık İhsani ‘ye ait olduğunu öğreneceğim Balta’lı bir şarkıyı söylediniz.
”dedim düzen; dedi onlara göre
dedim kötü mü ki; dedi bin kere
dedim hak adalet; tu dedi yere
arkasından baltasını biledi”
Şarkının en çok da bu kısmına takılmıştım. Unutmamak için birçok kez tekrar etmiştim içimden. Sonrasında biraz daha oyalanıp, işi gücü bırakıp evime döndüm. Koltuğa oturup aynı şarkıları yeniden dinledim. Bir türlü kendime gelemedim. Karım olup bitenleri hayretle izliyordu.

“Dinle hanım,” dedim, “Bugün bu çocukları izlerken içim kıyıldı, bomboş bir hayat yaşamışız. Yanlış yapmışız yanlış, bunlar var ya bunlar dayakla da uslanmayanlardan işte, hani sana anlattığım,” dedim. “Onca dava, hapislik, küfür durduramadı bunları ve ben bu gece yiğidimi, canımı gördüm. Onların sahnesinden gülümsedi bana. Çok pişmanım hanım, yaptıklarımdan, söylediklerimden çok pişmanım,” dedim. Karım, başını ellerinin arasına alıp sessizce dinledi beni, yerde bir şeylere takıldı gözleri. Öylece bekledi bir süre ve sonra yatağına gitti…
Ertesi sabah iş yerime gittim ve emekliliğimi istedim. Şimdi o günün üzerinden dolu dolu tam iki yıl geçti. Ömrü hayatı boyunca bir tek kitap dahi okumamış ben, son iki yılıma ne kadar çok kitap sığdırdım bir bilseniz, şaşarsınız… Teşekkür ediyorum, her şey için teşekkür ediyorum. Değiştim ben. Bana neler yaptığınızı tahmin bile edemezsiniz. 30 yıla yaklaşmış sanat hayatınızda yer alan her bir elemanınızdan özür diliyorum. Bu mektubu sizlere olan özür borcumun bir karşılığı olarak kabul edin lütfen. Bütün Grup Yorum dinleyicilerine, eski ve yeni bütün elemanlarınıza selamlarımı iletin.
Sağlıcakla kalın.
Emekli Polis Memuru Aytaç S.
04.10.2016 tarihinde Yeni Papirüs’te yayımlandı.
Bir Cevap Yazın