Vasiyet | (Kısa Öykü)

Profesör Pierre Bergson, duygu yüklü bir anlatı ile başladı dersine. Amfi tıka basa doluydu.

“Büyük Göç” adı verilen mülteci akınıyla başladı bu kıyamet. Yurtları yakılıp yıkılmış milyonlarca insan kısa sürede Avrupa’nın kalbine doğru önlenemez bir akın başlattılar. Burası son umuttu. Savaştan kaçanların çığlıkları yüreklere saplandı. Başkentlerin büyük meydanlarında cihada çağırdığı söylenen bombaların patlaması ise sonun başlangıcı olmuştu. Çok kısa sürede başlayan protestolar yükselen yabancı düşmanlığı ile birleştiğinde Ortadoğu’daki yangın artık tüm dünyanın sorunu olmuştu.

İşte, Rüya böylesi bir vahşetin ortasına doğmuştu. Huzurlu ve güven dolu günler, eski Fransız filmlerinde kalmıştı artık. Yükselen otoriter partiler, teknolojinin gölgesinde büyüyen derebeylikleri ve monarşi benzeri sistemleri yaratmıştı. Artık gelecekte hangi meslekte çalışmanız gerektiği parti tarafından belirleniyordu. Partinin yaptırdığı ihtiyaç analizleri sizi biçimlendirmek için gereken tek referanstı. Göçmenler ve kenar mahalle insanlarını iyi bir şey beklemiyordu. Mutlu azınlığı korumak için yaratılan hayali cennette ödenen birer kefaretti bu insanlar. Rüya’nın yazgısı da böyleydi, onun bedeni partiye aitti. Parti nasıl istiyorsa öyle yaşamalıydı.

Avrupa’nın tamamına yayılmış hayli dindar olan bu parti devletleri kitlelerdeki gerilimi kontrol altında tutmak adına başta fuhuş olmak üzere çeşitli kötülükleri örgütlemekten çekinmiyordu. “Lanetliler”adı verilen bu insanlar boyunlarına takılmış kelepçelerle yaşamak zorundaydılar. Diğer mesleklerde çalışanlar ise bu elektronik kelepçeleri ayak bileklerinde taşıyorlardı. Kimin ne zaman nerede olduğunu an be an takip eden parti, gerektiğinde tek bir komutla bu tasmaları birer işkence aleti olarak kullanabiliyordu. Parti sıradan insanların bazı kuralları zaman zaman çiğneyebileceklerini ancak bunu sadece bencilce ve utanç verecek eylemlerle yapmalarını istiyordu. Partiye göre bencilce yaşanan kural dışı anlar kitlelerde suçluluk hissi yaratacak ve yığınlar partiye daha fazla sadık olmaktan başka bir çıkış yolu bulamayacaklardı. Öyle de oldu. Sisteme karşı gelinmediği sürece basit adli suçlar görmezden gelindi ve muhbirlik özendirildi.

Şimdi gelelim Hülya’nın vasiyetine, dikkatle dinlemenizi istiyorum:

Ben öldüğümde gerçek bir ölüm haberi bile alamayacaksınız. Ben sadece yokluğa karışacağım, sessizce.

Ölüm; vücudumun hareketsizliğini ve çürümeye mahkûm oluşunu temsil ederken, bu çürüme bedenimin geçmişini de gözler önüne serecek. Ölü beden çürümeye henüz başlamışken (varsa) etrafını çepeçevre saran insanlar geçmişle ilgili anılarına yakılan ağıtları dinleyecekler. Ölü beden kimse fark etmese bile gururla gerilecek. Artık bir önemi yok gibi görünse de kendisi için dökülen gözyaşlarıyla sarhoş olup kendinden geçecek. Büyük feryatlara şaşıracak ve belki de biraz şımaracak.

Fısıltımı duyuyor musunuz? Hep fısıldadım. Bağıramadım acılarımı, yumrukladım duvarları ya da tırnaklarımı geçirip incittim beyaz çarşafları.

Ölü beden belki de ilk kez bu denli ciddiye alındığından olsa gerek, canlı halinden ya çok daha kötü ya da çok daha güzel görünür. Sonrası mı? Sonra hantal bekleyişler canlanır. O, kalabalığın yakarışından ve okunan dualardan sonra umarsızca gevşemeye başlar. Artık yolculuk vaktidir, anlayana. Her şey abartılır. Öyle büyük bir tehlike doğurur ki kendisi için yakarışta bulunanların dahi ürkek bakışlarına ya da dokunuşlarına korku salmaya başlar.

Küçük çocukların ve genç kızların kaçamak bakışları, yıllarca sürecek bir kâbusun fitilini tutuşturacaktır. Beden hızla yıkanmalıdır. Yaşayanlar, her ne kadar hatıralarını tazeleyerek ona son kez dokunmayı umut etseler de gerçekte olan, acımasız birer yalandır. Kirlettikleri cesetleri aceleyle dökülen su ile arındırmak isterler sadece. Yeterli olmayacaktır, kir ellerine yapışmıştır bir kere.

Kalabalık ölü bedenden kurtulmak ister! Bunu apaçık dile getiremezler; ağlamalar, sızlanmalar geçici bir nezaket göstergesidir ya da en iyi ihtimalle cansızlık haline duyulan öfkenin dışavurumudur.

Fısıltımı duyuyor musunuz? Hep fısıldadım. Bir ölüye dokundun mu hiç? Kokladın mı o sarsıcı gidişin ardından kalan kokuyu? Son nefesin yavaşça çıkışını ağızdan? Ben yaptım, bazen sevdiğim kimsenin bedeniyle vedalaşmak için bazense merak ettiğim için gittim yanlarına. Dokundum, kokladım o yitmeyi. Ancak korkmadım; rüyalarıma geldiklerinde davetsizce, kucak açtım, yer açtım soluklansınlar diye. Hayır, tiksinmedim, asla! Sevdiklerimi kurtulmuş gördüm tasmalarından, bitmişti artık. Ölümle gelen çiçek kokuları sızıyordu rüyalarıma.

Ve sizler, bütünün parçası, bütünün kutsayıcıları. Sizlerden tiksindim ama. İkilemlerinizden, bencilliklerinizden, beni kandırmanızdan ve ahlaksız ellerinizden tiksindim. Bana bakan gözlerinizden nefret ettim. Daha fazlasıydım, her zaman daha fazlasıydım kirli düşlerinizden. Anlamadınız, güçlü olanın rüzgârıyla estiniz üzerimden. Acımadınız, merhamet etmediniz. En çok da siz korktunuz, hastalıktan ve parasızlıktan ve ölümden.

Korktukça daha çok tepindiniz üzerimde. Yalnız kalmaktan korktunuz, mahrem dediğiniz o pis arzularınızın sokak ortasına dökülüp saçılmasından korktunuz. Yasal sevişmelerinizde cesaret edemediklerinizi küstahça denediniz üzerimde ve onlara söyleyemediklerinizi işitmek zorunda bıraktınız beni. Korkaksınız ve yalancısınız. Sizler kalabalığın avuntu dolu kollarında sızlanan alçaklarsınız. Sizler partinin korkunç ellerisiniz.

Sahip olduğunuz kutsallarınız da sizin gibi çürüyecekler. Çünkü ölüm gerçektir, tek gerçekliğimiz, en çok da sizlerin. Ölü beden ait olduğu yere, gözlerden uzak yere kovulmalıdır. Ölümün ulaşamayacağı bir yer hayali kurar geride kalanlarınız. Ölünün geçmişi sizleri bir kez daha kirletir.  Aydınlık günlerinizde aklınıza düşerim apansız; kirli ellerinizle avuçladığınız memelerimden tiksinirsiniz, duymak ya da hatırlamak bile istemezsiniz beni. Hepinizden, ikiyüzlü yasallığınızdan öylesine bıktım, öylesine nefret ettim ki; tüm lanetimi kusmak isterdim kibirli kimliklerinizin üzerine.

Ve ben; bunun adı hiçbir zaman ölüm olmayacak. Ölüm her koşulda kalabalığı ve onunla iyi geçinmiş kimselerin sonunu anlatmıştır. Bana ait olan son ise yokluğa karışmak olacaktır, tasmasız bir kurtuluşun müjdesi. Evet, en doğru tanım bu; yokluğa karışmak! Ben ölmeyeceğim, kalabalığın bir parçası olarak ucuz korkularınızın maskelendiği o lanet törenlerinize ait olmayacağım. Sadece ve sadece yokluğa karışacağım. Cesedim, ben ona ceset demek istiyorum; denize atılabilir, yakılabilir, toprağın soğuğuna teslim edilebilir ya da bir hayvan tarafından parçalanabilir. Bir önemi yok. Ardından gözyaşı dökülmesin, yapışkan ezgiler söylenmesin ve rahmet okunmasın. Bu bana yeter.

Şereflice ölmek böyledir ben gibiler için. Doğanın kendisine teslim olmak ve yeni başlayacak döngüyü kutsamak. Ben; hırıltılı nefeslerinizi soluttuğunuz, o utanç anlarınızı sırdaşlarınıza gururla anlattığınız ben, artık bıktım. Dualarınızda işittiğim hakaretlerinizden kaçtım, sahte gülüşlerinizden ve iyimser görünen dostluklarınızdan kaçtım.

Tırnaklarımı mor renkle ojeleyip, dudaklarımı orospu kırmızısıyla boyayacağım. Boynumu ve sırtımı açıkta bırakan siyah elbisemi giyinip, topuklu ayakkabılarımla yürüyeceğim namusunuzun üzerinde. Ayıp bildiklerinizi fısıldayacağım durmadan. Beni rahat bırakın, cesedime dokunmayın. Rüya kapılarınızı sıkıca kilitleseniz de bırakmayacağım peşinizi.

Profesör sunumunu bitirdiğinde öğrencileri sessizliğe gömülmüşlerdi. Boğazına düğümlenen kederden kurtularak “İşte böyle çocuklar; bu haftaki ödeviniz, geçmişimizin ahlaksız otoritesini ve ona direnen insanları araştırmak olacak. Rüya’nın vasiyetinin dünya edebiyatına ve toplumsal kırılmalara nasıl yön verdiğini anlayabilmeniz için onu ve dönemini daha da yakından tanımanız gerekecek. Herkese bol şans,” dedi ve başı öne eğik terk etti amfiyi.

12/08/2019 tarihinde bilimkurgukulubu.com adresinde yayımlandı.

Vasiyet | (Kısa Öykü)’ için 3 yanıt

Add yours

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑